Feymag Logo

12/18/2015

Louis Aragon ve Nazım Hikmet

Louis Aragon ve Nazım Hikmet

Louis Aragon ve Nazım Hikmet

Nazım Hikmet İçin*

Hayır, yazamam, şimdi olmaz, rica ederim. Bırakın benim için bütünüyle ölsün, yoksa, daha önce, altmış yaşındaki bu delikanlı, bu sarışın boğa, ne hapishanenin, ne hastalığın, ne yaşın etkileyebildiği bu insan içimde terütaze yaşadıkça hiçbir şey yazamam. Şimdi olmaz. Daha sonra. Söz veriyorum size, yazacağım, hatta bu dergide, daha başka bir konu üzerinde: Ölümünden değil, yaşamından söz edeceğim. Pentecote yortusu için sayfiyeye giderken cumartesi sabahı satın aldığım Znamia dergisinin son sayısını da görmüştüm, dergide Nazım’ın Les Romantiques (Romantikler) adlı romanının son bölümü vardı. Yortu sırasında herkes onun değil, Papa XXII. Jean’ın ölümünü bekliyordu. Her saat, radyoların başında. Ve pazartesi sabahı Papa daha yaşıyordu… Nazım’a gelince, hiçbir şey bizi uyarmamıştı, can çekişmedi, şöyle ayakta, bir merdiveni çıkarken, ansızın ölüverdi. Yaşarken öldü. Bir ağaç gibi devrildi. Bırakın da benim için bütünüyle ölsün. O zaman yazarım derginize, uzun uzun, benim için, başkaları için ne anlam taşıdığını, burada yazarım, belki gelecek ay, yaza kadar izin verin bana, temmuza kadar, ona pek yaraşan temmuz ayına kadar izin verin. Bundan on sekiz yıl önce hapishanede, büyük Türk mistiği Mevlana Celaleddin ya da İranlı Ömer Hayyam gibi rubai biçiminde yazdığı şu dört mısranın bir kehanet olmaktan çıktıklarını anlayacak kadar vakit bırakın bana:

<Paydos…> -diyecek bize bir gün tabiat anamız,-

<gülmek, ağlamak bitti çocuğum…>

Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:

Görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat…

Yortunun pazartesi günü, sabah, onun düşüşünden hemen bir iki saat sonra, telefon. Nazım. Ey ölüm, günümüzde ne de hızlı gidiyorsun! İki saat bile geçmeden bütün Avrupa’yı geçmiş, beni aramış. Yvelines’lerin evinde bulmuş, yüreğime işlemiştin, ey ölüm, telefonla gelen, görünmeyen, düşünülmeyen, daha bir sözcükten, bir addan başka bir şey olmayan ölüm, ve hayır diyorum, Nazım olamaz. Evet. O. Nazım… Ta kendisi, başkası değil. Bütün insanlar gibi o da. Ve şiirindeki bir çocuğu ansıdım:

Recep, damdan düşer gibi karıştı söze:

<Harbe girdiğin zaman, bir gavur öldürüp

Bir yudum içersen kanını

Korku kalmazmış.>

Ben onun kanından bir damla içmeyeceğim. Konuşmayan… uçsuz bucaksız hayat… Nazım, senden bana ilk 1934’de söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şeyler yazabildim. Dostluğumuz otuz yıl sürmeyecekti. Ne kadar az, otuz yıl. 1950’de, bizler, yani Türk halkı, dünyanın her köşesindeki şairler seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü dosdoğru hayatın içine daldın. Ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin… Hapishane dışında on üç yıl, ya da buna yakın bir şey, kırk sekizinden altmış birine dek, güzel bir yaşam bu. On üç yıl, çok şey. Hapishane dışında öldün, bu da çok şey. Çünkü öldün. Bu fikre alıştıracağız kendimizi. İnsan Manzaraları’nı sensiz hayal etmeye çalışacağız… Senin deyiminle, manzarayı bu ağaç olmadan hayal etmeye çalışacağız. Uçsuz bucaksız hayat’ı…

                                                                                                              6 Haziran 1963

*Nazım Hikmet’in ölümünden üç gün sonra yazılmıştır.

*Bu yazı Louis Aragon tarafından yazılan, “Çağımızın Sanatı” olarak ülkemizde çevirisi yapılan kitaptan alınmıştır.1966 yılında Gerçek Yayınevi tarafından çıkarılmış ve Bertan Onaran tarafından çevrilmiştir.  

 

Editör : Fırat Şenol

Yorumlar